aşça dışarı süzüldü.
54. Her zaman ihmalkâr olmayan, hatta bu gibi kaidelere fazlaca dikkat eden ve hayattaki muvaffakiyetinin bir kısmını da bu dikkatine borçlu olan Hamdi’nin beni böyle ortada bırakı-vermesinin sebebini düşündüm.
55. Mühimce mevkilere geçen adamların esaslı âdetlerinden biri de galiba eski -ve kendilerinden geri kalmış- arkadaşlarına karşı gösterdikleri bu biraz da şuurlu dalgınlıktı.
56. Sonra, o zamana kadar «siz» diye hitap ettikleri dostlarına birdenbire ahbapça «sen» diyecek kadar alçakgönüllü ve babacan oluvermek, karşısındakinin sözünü yarıda kesip rastgele manasız bir şey sormak ve bunu gayet tabii olarak, hatta çok kere şefkat ve merhamet dolu bir tebessümle birlikte yapmak…
57. Bütün bunlarla son günlerde o kadar çok karşılaşmıştım ki, Hamdi’ye kızmak ve gücenmek aklıma bile gelmedi.
58. Sadece, kalkıp, kimseye haber vermeden gitmeyi ve bu sıkıntılı vaziyetten kurtulmayı düşündüm.
59. Fakat bu sırada beyaz önlüklü, başörtülü, yaşlı bir köylü kadın, yamalı siyah çoraplarıyla, hiç ses çıkarmadan kahve getirdi.
60. Üzeri sırma çiçekli lacivert koltuklardan birine oturdum, etrafıma baktım.
61. Duvarlarda aile ve artist fotoğrafları, kenarda, hanıma ait olduğu anlaşılan bir kitap rafında, yirmi beş kuruşluk birkaç romanla moda mecmuaları vardı.
62. Bir sigara iskemlesinin altına dizilmiş bulunan birkaç albüm, misafirler tarafından bir hayli hırpalanmışa benziyordu.
63. Ne yapacağımı bilmediğim için onlardan birini aldım, daha açmadan Hamdi kapıda göründü.
64. Bir eliyle ıslak saçlarını tarıyor, ötekiyle açık yakalı beyaz frenk gömleğinin düğmelerini ilikliyordu.
65. «E, nasılsın bakalım, anlat!» diye sordu. «Hiç!… Söyledim ya!.»
66. Bana rast geldiğinden memnun görünüyordu.
67. İhtimal, eriştiği mertebeleri gösterebildiğine, yahut da, benim halimi düşünerek, benim gibi olmadığına seviniyordu.
68. Nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz.
69. Hamdi de bana aynı hislerle hitap eder gibiydi:
«Yazı filan yazıyor musun?» dedi.
«Ara sıra… Şiir, hikâye!»
«Bir faydası oluyor mu bari?»
Gene güldüm.
70. O «Bırak böyle şeyleri canım!» diyerek pratik hayatın muvaffakiyetlerinden, edebiyat gibi boş şeylerin mektep sıralarından sonra ancak zararlı olabileceğinden bahsetti.
71. Kendisine cevap verilebileceğini, münakaşa edilebileceğini asla aklına getirmeden, küçük bir çocuğa nasihat verir gibi konuşuyor ve bu cesareti hayattaki muvaffakiyetinden aldığını tavırlarıyla göstermekten de hiç çekinmiyordu.
72. Yüzümde, pek ahmakça olduğunu adamakıllı hissettiğim bir gülümseme ile hayran hayran ona bakıyor ve bu halimle kendisine daha çok cesaret veriyordum.
73. «Yarın sabah bana uğra» diyordu. «Bakalım, bir şeyler düşünürüz. Sen zeki çocuksundur, bilirim; pek çalışkan değildin ama, bunun ehemmiyeti yok. Hayat ve zaruretler insana birçok şeyler öğretir…
Unutma… Erkenden gel, beni gör!»
74. Bunları söylerken mektepte kendisinin de ileri gelen tembellerden olduğunu tamamen unutmuşa benziyordu.
75. Yahut da, bunu burada yüzüne vuramayacağımdan emin olduğu için pervazsızca konuşuyordu.
76. Yerinden kalkar gibi bir hareket yaptı, hemen doğruldum ve elimi uzatarak:
«Bana müsaade!» dedim.
«Neden canım, daha erken… Ama sen bilirsin!»
77. Beni yemeğe çağırdığını unutmuştum. Bu anda hatırladım.
78. Fakat o tam